saklanamaz gerçekler
  MEHMET KEMAL
 


  
                 

Hasan   İzzettin  Dinamo ‘nun  anısına  ,  bu bölüm  Sayın yazarın   ATEŞ YILLARI   kitabından  alınmıştır . Bugün  acaba  kaç kişi  İstanbul’umuzun  göbeğinde   Bostancı ‘da  işgal yıllarında  İngilizler ‘in kurduğu  bu ölüm kamplarından ( Ebu Garipler den) haberi var  ?

 Bugünde amerikanın emriyle kurulan  Silivri ve Hasdal  toplama kampları  var , orada yatan vatanseverlere  selam olsun.

     İŞGAL  YILLARINDA   İSTANBUL

“ ……….    Mehmet Kemal , elindeki “ Peyamı Sabah “ gazetesini okumağa çalışarak , Yüksek Kaldırım’dan aşağı iniyordu . Ali Kemal , baş makalesinde Mustafa Kemal’e ateş püskürüyor , bu eşkiyalığın Osmanlı Devleti ve Milletine hayır getirmeyeceğini yazıyordu . Mehmet Kemal’in içini kurtlar kemiriyordu . Evet içi çok tedirgindi . Türkiye’nin üzerinde biriken karanlık fırtına bulutlarını kendi başının üstüne boşanacak sanıyordu . Kardeşi Ahmet’in Hıristiyan oluşu , Merzifon ‘daki Pontusçulara kendini kaptırışı , onu sonsuz üzüyordu . Babası , Balkanlarda gidip öldüğü günden beri içinde hiç te rahat etmediği yabancı bir yaşayışına dalgalarına kapılıp sürüklenerek bugüne ulaşmıştı .

               Ruhunda kadere karşı sonsuz bir küskünlük duyuyordu . Türk Yurdunda bir Türk babanın öz çocuğu olarak meydana geldiği halde kendisini ne Türkler ne de Rumlar kendilerinden sayıyorlardı . Bu korkunç bir şeydi . Bugün , bir Rum dedenin eline bakıyor , onun sayesinde bir Tıbbiyeli olarak İstanbul ‘da bulunabiliyordu . . Başkaca kaderin bütün kapıları yüzüne kapalıydı .
      Yanko Ağa , büyük bir fedakarlık yaparak onu İstanbul’a Tıp Fakültesine yollamıştı . Onu İstanbul’a yolcu ederken kulağına da şu öğütleri fısıldamıştı :
            “ Sevgili torunum , Mehmet’im ! Biliyorsun , ben sizleri din alanında hiç sıkıştırmadım . Ancak , babanızın dini olan Müslümanlığa girmenizi de aklımla istedim . Çünkü , burası Türk Memleketidir . Biz Rumlar , burada , bir deniz içinde birkaç damla tatlı ırmak suyuna benzeriz . İçinde yaşadığımız yurtta çoğunluk geleneklerine uymak her zaman rahatlık sağlar . Türkiye’de azınlık denen küçük ulus parçaları , politikaya burunlarını sokmadıkça çok rahat yaşamışlardır . Bir de politika pisliğine bulaştılar mı başlarının üstünde bela çanları çalmağa başladı demektir . Politikadan ne kastettiğimi herhalde anlıyorsun . Bizim azınlıklarda politika , hep dış memleketlerdeki efendilerimizden üflenir . Biz de o rüzgara kapılır ve içinde rahatça yaşayıp gittiğimiz büyük ve ağır başlı insan yığınlarına diş bilemeye başlarız . Bu korkunç bir gidiştir . Çok cezasını çektik . Yine de çekeceğiz . Çünkü , burunlarımız yine politika kenefine girmiş bulunuyor . Şimdi , başımıza bir de Pontos belası çıktı . Kardeşin Ahmet Ortodoksluğa girmekle çok fena yaptı . Fenalık şurda ki yalnız bu dine girmekle kalmadı . Onun gerektirdiği zalim bir politikanın tuzağına da düştü . Onu da buradan uzaklaştırıp İstanbul’a göndermeyi çok isterdim . Ama Nuh dedi , Peygamber demedi . Başımıza büyük belalar gelecek Mehmet’im ; büyük belalar . Ben bu Venizelos akılsızına çok içerliyorum . Türkiye’yi Girit gibi küçük bir ada mı sanıyor nedir? Sen , sen ol Mehmet , yavrum , bu yanlış politikaya burnunu sokma . Sen bir Türk çocuğusun . Burası senin ana yurdun . Biz hep Türk sayılırız . Baksana hangimiz Rumca ya da Yunanca biliyoruz ? Yunanistan ‘dan bizi Yunanlaştırmak için gönderilen öğretmenler bile bir başarı kazanamadılar . Mehmet, son sözlerimi söylüyorum . İyi dinle : İstanbul gibi büyük bir şehirde bir Rum anadan meydana gelmek büyük bir uğursuzluk sayılmaz . Çünkü milletin bu gibi küçük şeylerle uğraşacak vakti yoktur . Buralarsa bu gibi talihsiz işler için her zaman tehlikelidir.
Bak . ne çok üzüldüğümü bilmezsin . Senin adını buralarda “Gavur Mehmet’”e çıkarmışlar . Kardeşinin adı elbette “Gavur Ahmet !“
   İşte salt bu yüzden senin İstanbul’da doktor çıkıp yerleşmeni istiyorum . Ben de fırsat bulursam bağları , bahçeleri satıp İstanbul’a yerleşeceğim . Buralar koktu artık yavrum . Buralarda hiçbir vakit Pontos devleti kurulamaz . Türkler , Mustafa Kemal Paşa partiyi kazanırsa , artık buralarda bizim gibi belalı kimselerin yaşamak hakkı kalmaz . Bunu böylece bilmiş ol . İşte, o gün kıyamet bizim için kopar . Ah , şu kardeşin Ahmet’i bu fanatik , politikacı papazların elinden bir kurtarabilsem ! Bunu bir kez daha deneyeceğim . Son sözüm ; Yavrum , bu vatanda mutlu bir insan olmak istersen Türk kal ! Kader seni çoğunluğa mal etmeye kararlıysa ona karşı koyma . Azınlıklar , dünyanın her yanında tehlike içindedir . Çünkü , azınlıkla çoğunluğun her zaman birbirine batacak zehirli dikenleri vardır . Dikenlerin acısını duyan azınlık , her zaman filozofça susmak ve sineye çekmek zorundadır , çoğunluksa , çabuk öfkelenir ve öfkesi korkunç olur . Senin de ufak tefek dikenlerin olmakla beraber sen çoğunluğun malısın ; ondan kopmamağa , onunla kaynaşmaya çalış . Şu güzelim yurdumuzda çoğunluk ve azınlık insanı olarak başımıza ne belaların geleceğini kestiremeyiz . Bu belalar yakındır , evladım . Sana Tevrat ya da İncil diliyle konuşur gibi öğüt vermeye çalışıyorum . Başka türlü de konuşamam . Haydi , şimdi , yolun açık olsun !
           Mehmet Kemal , İstanbul’da gezerken hep bu sözlerin anlamını yeniden ve yeniden yaşıyor , dünyaya bir Türk çocuğu olarak geldiğini , bir tek adama en büyük saygı ve sevgiyle bağlandığını görüyordu ki bu da dedesi Yanko idi . Dedesi iyi bir insandı . Herkese karşı iyiydi . Rum’du ve hıristiyandı . Bu soydan insanlar da Pontosçu  namıyla bütün Karadeniz bölgesini kasıp kavuruyor , yine onun soyundan olduğunu söyleyen Yunan ulusunun orduları , Anadolu’nun batı kapısından içeri dalmış yakıp yıkarak , asıp keserek ilerliyorlardı . Dünyada Dedesinden başka hiçbir koruyucusu yoktu . Babasının Şehit düşmesi bütün aile için çok kötü olmuştu . Kader böyleydi . Elden ne gelirdi !
            Bu acı düşüncelerden sonra bir yağmur sonrası güneşine benzeyen tatlı ve aydınlık bir gençlik iyimserliği geliyor ve hepsini çabucak silip süpürüyordu . İşte , bu serin havada da o tatlı gençlik iyimserliğiyle dopdolu olarak yüksek kaldırımın bozuk düzen merdivenlerinden ayak yordamıyla aşağı inmeye çalışıyordu . Elindeki gazeteyi karşıdan gelenlere çarpmamağa çalışarak okuyor , bu yüzden de çok yavaş yürüyordu .
             Birden bire bir iki basamak aşağıdan buyruğa benzer sert bir ses işitti . Söylenenler İngilizceydi . Kafasını gazetesinden kaldırarak baktı . Karşısında ve biraz aşağıda uzun boylu , yakışıklı iki İngiliz denizeri duruyordu . Bunlar İnzibat erleriydi . Kollarında işaretleri , ellerinde copları ve bellerinde tabancaları vardı . Askerlerden biri doğruca Mehmet Kemal’e yönelerek , İngilizce :
              “ Dur , davranma ! “
             Diye bağırdı . Mehmet Kemal , bir yanlışlık olduğunu , belki arkasındaki bir başkasına söylüyor sanarak dönüp arkaya baktı . Arkasında ve yanında hiç kimse yoktu . Yeniden İngiliz askerine döndüğünde , onun tabancasını çekmiş ve kendisine doğrultmuş olduğunu gördü . Bu sırada Mehmet Kemal , korkunç gerçeği apaçık gördü : Askerlerin her ikisi de fitil gibi sarhoştu . Tabancayı kendisine doğrultmuş olan askere İngilizce :
               “ Ne oluyoruz , arkadaş ?”
              Demeğe kalmadı , Denizeri tabancasını ateşledi .
Bildiği İngilizceyle bu tehlikeyi savuşturabileceğini hesaplayan Mehmet Kemal , karşısındaki iri yarı denizciyi Shakespeare ‘in
Tiyatrolarındaki ufak-tefek sempatik kahramanlardan biri olarak düşünmekten henüz kurtulamamıştı ki tabancadan çıkan kurşun , göbeğinin epeyce altından girip kuyruk sokumunun üstünden çıktı gitti .
           Mehmet Kemal , o zaman bu askerin Shakespeare’ in tiyatrolarını oynayan basit bir aktör olmadığını yıldırım hızıyla düşündü . Shakespeare ‘in kahramanlarının elinde de böyle tehlikeli bir silah hiçbir vakit bulunmamıştı . Mehmet ‘in karşısındaki İngiliz denizcisi , daha pek yakın bir geçmişte dünyayı yenen bir ulusun , damarlarında henüz kan yerine zafer uğultusu akan bir çocuğuydu . Böyle bir askerin gözünde bütün yürüyen , duran ve uçan canlıların hepsi bayağı birer erekten başka bir nesne değildi . Mehmet Kemal ‘in bundan zerrece haberi yoktu .
           Denizcinin elindeki tabancadan bir ses falan çıkmasaydı, Mehmet Kemal , vurulduğunu bile anlamayacaktı . Durumu çabucak kavradı , ilk kurşunun ardından gelecek öbür kardeşleri , birkaç saniye içinde işini bitirebilirdi . Birden bire usuna kendi tabancası geldi ve ilk kez bir insana ateş etmek üzere onu yıldırım gibi çekti . İngiliz askerinin göğsüne boşalttı . Elindeki tabancayı yeniden ateşlemeye çalışan asker , haykırarak kaldırıma serildi . Uzun kol ve bacakları ile , taşları bir süre dövdü . Mehmet Kemal , gözlerinin önünde yeşilli - kırmızılı bir şeylerin uçuştuğunu ve dizlerinin kesildiğini duymaya başlamıştı .
         Kurşunun delip geçtiği yerden korkunç bir acı yükseliyordu. Bayılmak üzere olduğunu duyuyordu . Bu ara arkadaşının vurulup öldüğünü gören öbür asker de tabancasını çekmiş ateş etmeğe davranıyordu . Mehmet Kemal , tabancasındaki kurşunlardan birkaçını da ikinci askerin göğsüne boşalttıktan sonra yüzü koyun kaldırıma serildi ve kendisinden geçti . Şimdi , kaldırımda üç genç adamla üç tabanca , birer yana fırlamış , kımıldamadan duruyordu . Genç insan gövdelerinden akan taze , dumanı tüten sıcacık kan , kaldırımdan aşağıya sızmaya başlamıştı .
         En kalabalık bir yolda bir Türk’ün iki İngiliz askerini vurup öldürdüğünü işiten her türlü halk , merak içinde oraya akın etmişti . Ne var ki olay yerine hiç kimse yaklaşmıyor , elden geldiğince uzaktan bakıyordu . Yolun her iki yanında mağazaları olan Rum , Ermeni ve Yahudiler , korkudan içeriye kaçmış , olay yerini camlı kapıların ve vitrinlerin arkasından seyrediyorlardı .
       İngiliz subay ve askerlerin olay yerinde gözükmesi çok gecikmedi .
        İlkönce iki ölü ile yaralı Mehmet Kemal ‘i biraz ötedeki
Kuledibinde bulunan İngiliz Deniz Hastanesine kaldırdılar . Olayın   çevresindeki bütün dükkan   sahipleri   ve tezgahtarları   sorguya çekildi . Hepsi de hemen - hemen   ağızbirliği etmiş gibi   şöyle diyorlardı .
       “ İngiliz denizcilerini vuran Türk gencini   hiçbirimiz tanımıyoruz . Onu bundan önce buralarda   hiç görmedik . Bu delikanlı , gazetesini okuyarak   dalgın – dalgın  yukarıdan iniyordu . Birden bire   iki İngiliz askeri onun karşısına   dikildi . Sonra bunlardan biri   tabancasını çekerek   ateş etti . Ağır yaralanan Türk , kendisine   birkaç kurşun daha atılacağını   anlayarak   koynundan tabancasını çıkardı , ikisini
 de vurdu .”
         İngiliz , askeri sorgu yargıçlarıyla polisi , Yüksek Kaldırım esnaf ve tüccarından    bu çok namusluca verilmiş anlatımı alarak şimdiki kuledibi Belediye Hastanesi   olan   o zamanki İngiliz Deniz Hastanesine koştular .
          Mehmet Kemal , ameliyat masası üzerinde hayal - meyal çalınan İngilizce şu sözlerle kendine geldi ;
          “ Kurşun göbeğin bir karış altından girmiş , kuyruk sokumunun üzerinden çıkmış . Bağırsaklara değmeden geçtiğini sanıyorum .”
               Bunu genç bir operatör , öbür meraklı İngiliz doktorlarına söylüyordu . Mehmet Kemal , buranın İngiliz askeri hastanesi olduğunu anlamıştı . Ancak henüz çok merak ettiği kimi nesneler vardı ki bunları öğrenmesi için   zaman isterdi .
             Tentürdiyotun   keskin kokusu , iyice kendine gelmesine yardım etti .Sırtüstü yattığı masanın çepçevre ak hastane giynekleri giymiş   sarışın , mavi gözlü meraklı   hastane insanlarıyla çevrilmiş olduğunu gördü . Bu yüzlerde , nedense, düşmanlıktan çok   merak okunuyordu . Hangi ulustan pek anlayamadığı iki hemşire uzun sargılarla belden aşağısını sıkıca sardılar . Sonra   onu küçük bir odaya   götürüp   ak çarşafları iç açan   bir yatağa   yatırdılar .
         Karnının   aşağısından   yükselen cehennem   gibi   gibi   bir acı , Mehmet Kemal ‘i her dakika uyanık tutuyordu . Bu yara Merzifon dağlarında yediği kurşun yarasından   daha can yakıcı   geliyordu   ona . Uyuyabilse   bu korkunç acının   şerrinden   kurtulabilecekti .    Nerede o kurtarıcı   uyku ? O ,
Bu acılar içinde kıvranıp   dururken   kapıda   dikilmiş   süngülü   nöbetçinin   selam durduğunu   gördü . Küçük koğuşa üç İngiliz subayı girdi . Mehmet Kemal’in   gördüğüne göre   üçünün de yüzü asıktı   ve sağır bir perde bu yüzlerin arkasındaki   düşmanlığı    ve öfkeyi   boşuna   gizliyordu . Bunlardan biri İntelligence    Service memuru ,  öbürü bir inzibat subayı , üçüncüsü de genç bir sorgu yargıcıydı .   Bu ara , kapıda   duran gözlüklü   , büyük burunlu Ermeni tercümana   el ederek    içeri çağırdılar .
            Bunlar Yüksek Kaldırım ‘da    olayın geçtiği   yerde inceleme yapıp zabıt tutan   sorumlulardı . Sorgu yargıcının istediği   bilgileri almak üzere Ermeni tercüman sormağa başladı :
            “ Adın ne ? “
            “ Mehmet ! “
          Sorgu yargıcı :
             “ Evet bunu kimlik kağıdından öğrenmiştik . Hazma oğlu   Mehmet yazıyordu . Üzerinde bulduğumuz biricik belge buydu .”
             Mehmet Kemal , bu sırada hepsini şaşırtacak biçimde bir iş yaptı : birdenbire İngilizce konuşmağa başladı . Amerikan şivesiyle olmakla beraber güzel bir İngilizceydi   bu :
             “ Söyleyin , tercüman bey boşuna yorulmasın , dedi . Ben Amasya ‘ lıyım . Amasya ‘nın bir köyünden . Babamın adı Hamza pehlivan . Anamınki   Safiye . Merzifon   Amerikan kolejini bitirdim .   Daha pek yakında İstanbul ‘a geldim Tıbbiyeye girdim . Bu alanda başka soracağınız  
bir şey var mı ? “
            İntelligence service memuru şöyle bir soru sordu :
     “ Siz bu Hıristiyan okulunda eğitim gördünüz . Bu sizi batı uygarlığına   karşı bir   sempati   beslemeğe   götüreceğine    ona   karşı   düşmanlığa   mı     götürdü ? İngiliz askerlerini tavşan gibi avlamak için mi o kolejde yıllarca dirsek çürüttünüz . ? İki İngiliz Tommy ‘ sinin   gerçek bedeli nedir
 biliyor musunuz ? “
      “ Ben kendimi korumak için ateş ettim . Biraz daha gecikseydim , gövdem   kalbura dönecekti .”
       “ Bıcak , tabanca taşımayı işgal kumandanlığının yasak ettiğini bilmiyor musun ? “
          Bunu   inzibat subayı sormuştu .
       “ Ben silahı küçükten beri çok severim . Çok ta iyi kullanırım . Ancak bu yaşıma dek bu silahla canlı hiçbir şey
vurmuş değilim . Vurmak ta istemem .”
         “ Ama bizim Tommy ‘ leri tavşan gibi avladın . Şimdiye dek hep cansızlara ateş ederek mi   nişancılık öğrendin ? Doktor kalçanda kocaman bir kurşun yarası   görmüş . Demek ki sen kolejin kapalı kaldığı   zamanlarda    cepheye de gittin .
Askerlik ya da yedek subaylık   yaptın ? Buna   ne dersin ? “
        “ Kalçam bir av partisinde bir kaza kurşunuyla   delindi . Ben , henüz askere gitmedim .” 
         “ Buna biraz güç inanılır .”
         “ Ben henüz askerlik yapmadığım gibi   hiçbir yabancı ulusa düşmanlık   beslemeyi de henüz öğrenmedim . Ben , şiddetli bir karaktere de sahip    değilim . İnsanların kardeş olmasını isteyenlerdenim . Canlı yaratıklara   karşı 
 istemeyerek , elimde   olmayarak ilk silahı   bugün   kullandım . Yine   diyorum ki   kendimi korumak için kullandım bu silahı.
Bu yüzden   kendimi   bir katilin   karışık   vicdan   acılarıyla kemirilir duymuyorum . Kendi memleketimin  kanunları , bu olaydan dolayı   beni ancak beraat   ettirebilirdi . 
             İki   sarhoş asker , rastgele canlı erekler üzerinde   atış eğitimi   yapıyor . Kim bilir bu ,   kaçıncı olaydır . Bu kez de   canlı erek olarak benimle karşılaşıyorlar . Talihsizliklerine yansınlar . Arslan gibi yakışıklı iki çocuğun ölümünü elbette zaman – zaman anıp üzüleceğim . En sonra   romantik   ruhlu bir gencim ben de , işgal kumandanlığının   bunun için   bana   vereceği cezanın ağırlığını da biliyorum ; hiç korkum yok . İşgal kumandanlığı   vereceği   ölüm cezasıyla , o da   ölünceye
Dek , ancak   adalet   duygularımın romantik güzelliğini de darmadağın edecektir . Ne yapalım . Bunun da pek öyle   önemi yok .”
            “ Demek ölümden korkmuyorsunuz ?”
            “ Hayır , korkmuyorum .”
         Bu sırada Mehmet Kemal , beyninin boşaldığı duydu ve kuş tüyü   bir boşluğuna düşer gibi rahat bir baygınlık iklimine girdi. Subaylar , bu ağır yaralı hasta ile çekişmede çokça ileri gittiklerini   anlayarak çekilip gittiler . Nöbetçi , odanın kapısını kapadı ve kapının önünde kısa aralıklarla gidip gelmeğe başladı .
   İngiliz doktorları Mehmet Kemal ‘e çok insanca baktılar.
Yarası işlediğinden hastanede iki ay yattı . Sonra taburcu edildi ve bir   inzibat subayı , iki   ay yattı . Sonra , taburcu edildi ve bir inzibat subayı   , iki silahlı   deniz askeriyle   hastaneden alınıp götürüldü . Tepebaşı ‘nda Kroker Otelinin merdivenlerini tırmanırken ,   serüveninin asıl bundan sonra   başlayacağını anlıyordu . Kapısında    “girilmez “ yazılı   bir   odanın   kapısında durdular . Kapının sağında ve solunda iki İngiliz nöbetçisi bekliyordu . İnzibat subayı kapıyı açarak   içeri girdi . Biraz sonra çıkarak Mehmet Kemal ‘i de önüne düşürdü . Odaya girdi .
       Üzeri   camlı   geniş   bir masanın çevresindeki maroken koltuklarda iki genç İngiliz subayı oturuyordu . Mehmet Kemal , içeri girince bunlardan uzun boylu , sert yüzlüsü , yüzbaşı Bennett , elindeki kamçıyla sarı çizmelerini döğerek ona baktı , Mehmet Kemal , İngiliz istihbarat servisinin bu korkunç kaplanının mavi ve yırtıcı   bakışlarını , ruhunun ta derinliklerinde   duydu .
        Yüzbaşı Bannett , gözlerinin titretici bakışlarını   andıran soğuk   ve alaycı sesiyle :
     “ Bana bak külhanbey , dedi , iki aydır seni bekliyordum . Bir türlü   hastaneden çıkamadın , ama , bundan sonra   elimdesin . İki İngiliz askerinin değeri üzerinde sana epeyce bilgi vermek zorundayım . “
         Yüzbaşı , sözünü bitirince kamçısını   daha hızlı olarak   çizmesinde şaklattı ve inzibat subayına :
         “ Onu benim odama indirsinler ! “
 Diye   buyurdu . Mehmet Kemal , iki dakika içinde sürüklenir gibi Kroker Otelinin bodrum katında bulunan sağır   ve loş , beton duvarlı   ve beton   tabanlı bir odaya   indirildi . İki iri  yarı askerin ortasında dikilip duran Mehmet Kemal ‘in gözleri   duvarlara ilişti : Karşı duvarda   uçları   duvara gömülmüş yan yana iki halka görünüyordu . Duvardaki raflarda türlü kelepçeler , kamçılar , hiç görmediği   kimi aletler gördü .Pek   korkunç bir yere düştüğünü anladı . Biraz sonra , merdivenlerden mahmuzlarını şakırdatarak birisinin indiği işitildi . Kapının   önünde uzun boyu , geniş omuzları   ve tiksinti , öfke , gurur dolu yüzüyle yüzbaşı   Bennett göründü . Mehmet Kemal ‘e :
      “ Geç , otur bakalım , şu demir   sandalyeye külhani , dedi . Seninle biraz görüşelim . “
          Mehmet Kemal , demir soğukluğunu kaba etelerinde duyarak sandalyeye çöktü Yüzbaşı , iki askere :
        “ Açın şunun kelepçelerini ! “
            Diye emrettikten sonra yine   Mehmet Kemal ‘e döndü :
       “   Paçavra Türk ! Diye   gürledi , söyle , neden öldürdün o iki İngiliz   askerini ? “
             Mehmet Kemal ‘in morali   sıfıra doğru hızla inmekteydi : Bu adamın burada   işkence yaparak kendisini öldürebileceğini   aklı   kesmeğe başlamıştı . “ Ölmeden önce şu demir sandalyeyi kaldırıp onun   başına   vurabilir miyim ? diye düşündü . Göz   ucuyla   bakınca   sandalyenin ayaklarının
Betona gömülü olduğunu gördü .
“ Evet buradan benim ancak ölüm çıkar . “   Diye düşüncesini 
 
  Toplam 128452 ziyaretçi (304934 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol