Ruhunda kadere karşı sonsuz bir küskünlük duyuyordu . Türk Yurdunda bir Türk babanın öz çocuğu olarak meydana geldiği halde kendisini ne Türkler ne de Rumlar kendilerinden sayıyorlardı . Bu korkunç bir şeydi . Bugün , bir Rum dedenin eline bakıyor , onun sayesinde bir Tıbbiyeli olarak İstanbul ‘da bulunabiliyordu . . Başkaca kaderin bütün kapıları yüzüne kapalıydı .
Yanko Ağa , büyük bir fedakarlık yaparak onu İstanbul’a Tıp Fakültesine yollamıştı . Onu İstanbul’a yolcu ederken kulağına da şu öğütleri fısıldamıştı :
“ Sevgili torunum , Mehmet’im ! Biliyorsun , ben sizleri din alanında hiç sıkıştırmadım . Ancak , babanızın dini olan Müslümanlığa girmenizi de aklımla istedim . Çünkü , burası Türk Memleketidir . Biz Rumlar , burada , bir deniz içinde birkaç damla tatlı ırmak suyuna benzeriz . İçinde yaşadığımız yurtta çoğunluk geleneklerine uymak her zaman rahatlık sağlar . Türkiye’de azınlık denen küçük ulus parçaları , politikaya burunlarını sokmadıkça çok rahat yaşamışlardır . Bir de politika pisliğine bulaştılar mı başlarının üstünde bela çanları çalmağa başladı demektir . Politikadan ne kastettiğimi herhalde anlıyorsun . Bizim azınlıklarda politika , hep dış memleketlerdeki efendilerimizden üflenir . Biz de o rüzgara kapılır ve içinde rahatça yaşayıp gittiğimiz büyük ve ağır başlı insan yığınlarına diş bilemeye başlarız . Bu korkunç bir gidiştir . Çok cezasını çektik . Yine de çekeceğiz . Çünkü , burunlarımız yine politika kenefine girmiş bulunuyor . Şimdi , başımıza bir de Pontos belası çıktı . Kardeşin Ahmet Ortodoksluğa girmekle çok fena yaptı . Fenalık şurda ki yalnız bu dine girmekle kalmadı . Onun gerektirdiği zalim bir politikanın tuzağına da düştü . Onu da buradan uzaklaştırıp İstanbul’a göndermeyi çok isterdim . Ama Nuh dedi , Peygamber demedi . Başımıza büyük belalar gelecek Mehmet’im ; büyük belalar . Ben bu Venizelos akılsızına çok içerliyorum . Türkiye’yi Girit gibi küçük bir ada mı sanıyor nedir? Sen , sen ol Mehmet , yavrum , bu yanlış politikaya burnunu sokma . Sen bir Türk çocuğusun . Burası senin ana yurdun . Biz hep Türk sayılırız . Baksana hangimiz Rumca ya da Yunanca biliyoruz ? Yunanistan ‘dan bizi Yunanlaştırmak için gönderilen öğretmenler bile bir başarı kazanamadılar . Mehmet, son sözlerimi söylüyorum . İyi dinle : İstanbul gibi büyük bir şehirde bir Rum anadan meydana gelmek büyük bir uğursuzluk sayılmaz . Çünkü milletin bu gibi küçük şeylerle uğraşacak vakti yoktur . Buralarsa bu gibi talihsiz işler için her zaman tehlikelidir.
Bak . ne çok üzüldüğümü bilmezsin . Senin adını buralarda “Gavur Mehmet’”e çıkarmışlar . Kardeşinin adı elbette “Gavur Ahmet !“
İşte salt bu yüzden senin İstanbul’da doktor çıkıp yerleşmeni istiyorum . Ben de fırsat bulursam bağları , bahçeleri satıp İstanbul’a yerleşeceğim . Buralar koktu artık yavrum . Buralarda hiçbir vakit Pontos devleti kurulamaz . Türkler , Mustafa Kemal Paşa partiyi kazanırsa , artık buralarda bizim gibi belalı kimselerin yaşamak hakkı kalmaz . Bunu böylece bilmiş ol . İşte, o gün kıyamet bizim için kopar . Ah , şu kardeşin Ahmet’i bu fanatik , politikacı papazların elinden bir kurtarabilsem ! Bunu bir kez daha deneyeceğim . Son sözüm ; Yavrum , bu vatanda mutlu bir insan olmak istersen Türk kal ! Kader seni çoğunluğa mal etmeye kararlıysa ona karşı koyma . Azınlıklar , dünyanın her yanında tehlike içindedir . Çünkü , azınlıkla çoğunluğun her zaman birbirine batacak zehirli dikenleri vardır . Dikenlerin acısını duyan azınlık , her zaman filozofça susmak ve sineye çekmek zorundadır , çoğunluksa , çabuk öfkelenir ve öfkesi korkunç olur . Senin de ufak tefek dikenlerin olmakla beraber sen çoğunluğun malısın ; ondan kopmamağa , onunla kaynaşmaya çalış . Şu güzelim yurdumuzda çoğunluk ve azınlık insanı olarak başımıza ne belaların geleceğini kestiremeyiz . Bu belalar yakındır , evladım . Sana Tevrat ya da İncil diliyle konuşur gibi öğüt vermeye çalışıyorum . Başka türlü de konuşamam . Haydi , şimdi , yolun açık olsun !
Mehmet Kemal , İstanbul’da gezerken hep bu sözlerin anlamını yeniden ve yeniden yaşıyor , dünyaya bir Türk çocuğu olarak geldiğini , bir tek adama en büyük saygı ve sevgiyle bağlandığını görüyordu ki bu da dedesi Yanko idi . Dedesi iyi bir insandı . Herkese karşı iyiydi . Rum’du ve hıristiyandı . Bu soydan insanlar da Pontosçu namıyla bütün Karadeniz bölgesini kasıp kavuruyor , yine onun soyundan olduğunu söyleyen Yunan ulusunun orduları , Anadolu’nun batı kapısından içeri dalmış yakıp yıkarak , asıp keserek ilerliyorlardı . Dünyada Dedesinden başka hiçbir koruyucusu yoktu . Babasının Şehit düşmesi bütün aile için çok kötü olmuştu . Kader böyleydi . Elden ne gelirdi !
Bu acı düşüncelerden sonra bir yağmur sonrası güneşine benzeyen tatlı ve aydınlık bir gençlik iyimserliği geliyor ve hepsini çabucak silip süpürüyordu . İşte , bu serin havada da o tatlı gençlik iyimserliğiyle dopdolu olarak yüksek kaldırımın bozuk düzen merdivenlerinden ayak yordamıyla aşağı inmeye çalışıyordu . Elindeki gazeteyi karşıdan gelenlere çarpmamağa çalışarak okuyor , bu yüzden de çok yavaş yürüyordu .
Birden bire bir iki basamak aşağıdan buyruğa benzer sert bir ses işitti . Söylenenler İngilizceydi . Kafasını gazetesinden kaldırarak baktı . Karşısında ve biraz aşağıda uzun boylu , yakışıklı iki İngiliz denizeri duruyordu . Bunlar İnzibat erleriydi . Kollarında işaretleri , ellerinde copları ve bellerinde tabancaları vardı . Askerlerden biri doğruca Mehmet Kemal’e yönelerek , İngilizce :
“ Dur , davranma ! “
Diye bağırdı . Mehmet Kemal , bir yanlışlık olduğunu , belki arkasındaki bir başkasına söylüyor sanarak dönüp arkaya baktı . Arkasında ve yanında hiç kimse yoktu . Yeniden İngiliz askerine döndüğünde , onun tabancasını çekmiş ve kendisine doğrultmuş olduğunu gördü . Bu sırada Mehmet Kemal , korkunç gerçeği apaçık gördü : Askerlerin her ikisi de fitil gibi sarhoştu . Tabancayı kendisine doğrultmuş olan askere İngilizce :
“ Ne oluyoruz , arkadaş ?”
Demeğe kalmadı , Denizeri tabancasını ateşledi .
Bildiği İngilizceyle bu tehlikeyi savuşturabileceğini hesaplayan Mehmet Kemal , karşısındaki iri yarı denizciyi Shakespeare ‘in
Tiyatrolarındaki ufak-tefek sempatik kahramanlardan biri olarak düşünmekten henüz kurtulamamıştı ki tabancadan çıkan kurşun , göbeğinin epeyce altından girip kuyruk sokumunun üstünden çıktı gitti .
Mehmet Kemal , o zaman bu askerin Shakespeare’ in tiyatrolarını oynayan basit bir aktör olmadığını yıldırım hızıyla düşündü . Shakespeare ‘in kahramanlarının elinde de böyle tehlikeli bir silah hiçbir vakit bulunmamıştı . Mehmet ‘in karşısındaki İngiliz denizcisi , daha pek yakın bir geçmişte dünyayı yenen bir ulusun , damarlarında henüz kan yerine zafer uğultusu akan bir çocuğuydu . Böyle bir askerin gözünde bütün yürüyen , duran ve uçan canlıların hepsi bayağı birer erekten başka bir nesne değildi . Mehmet Kemal ‘in bundan zerrece haberi yoktu .
Denizcinin elindeki tabancadan bir ses falan çıkmasaydı, Mehmet Kemal , vurulduğunu bile anlamayacaktı . Durumu çabucak kavradı , ilk kurşunun ardından gelecek öbür kardeşleri , birkaç saniye içinde işini bitirebilirdi . Birden bire usuna kendi tabancası geldi ve ilk kez bir insana ateş etmek üzere onu yıldırım gibi çekti . İngiliz askerinin göğsüne boşalttı . Elindeki tabancayı yeniden ateşlemeye çalışan asker , haykırarak kaldırıma serildi . Uzun kol ve bacakları ile , taşları bir süre dövdü . Mehmet Kemal , gözlerinin önünde yeşilli - kırmızılı bir şeylerin uçuştuğunu ve dizlerinin kesildiğini duymaya başlamıştı .
Kurşunun delip geçtiği yerden korkunç bir acı yükseliyordu. Bayılmak üzere olduğunu duyuyordu . Bu ara arkadaşının vurulup öldüğünü gören öbür asker de tabancasını çekmiş ateş etmeğe davranıyordu . Mehmet Kemal , tabancasındaki kurşunlardan birkaçını da ikinci askerin göğsüne boşalttıktan sonra yüzü koyun kaldırıma serildi ve kendisinden geçti . Şimdi , kaldırımda üç genç adamla üç tabanca , birer yana fırlamış , kımıldamadan duruyordu . Genç insan gövdelerinden akan taze , dumanı tüten sıcacık kan , kaldırımdan aşağıya sızmaya başlamıştı .
En kalabalık bir yolda bir Türk’ün iki İngiliz askerini vurup öldürdüğünü işiten her türlü halk , merak içinde oraya akın etmişti . Ne var ki olay yerine hiç kimse yaklaşmıyor , elden geldiğince uzaktan bakıyordu . Yolun her iki yanında mağazaları olan Rum , Ermeni ve Yahudiler , korkudan içeriye kaçmış , olay yerini camlı kapıların ve vitrinlerin arkasından seyrediyorlardı .
İngiliz subay ve askerlerin olay yerinde gözükmesi çok gecikmedi .
İlkönce iki ölü ile yaralı Mehmet Kemal ‘i biraz ötedeki
Kuledibinde bulunan İngiliz Deniz Hastanesine kaldırdılar . Olayın çevresindeki bütün dükkan sahipleri ve tezgahtarları sorguya çekildi . Hepsi de hemen - hemen ağızbirliği etmiş gibi şöyle diyorlardı .
“ İngiliz denizcilerini vuran Türk gencini hiçbirimiz tanımıyoruz . Onu bundan önce buralarda hiç görmedik . Bu delikanlı , gazetesini okuyarak dalgın – dalgın yukarıdan iniyordu . Birden bire iki İngiliz askeri onun karşısına dikildi . Sonra bunlardan biri tabancasını çekerek ateş etti . Ağır yaralanan Türk , kendisine birkaç kurşun daha atılacağını anlayarak koynundan tabancasını çıkardı , ikisini
de vurdu .”
İngiliz , askeri sorgu yargıçlarıyla polisi , Yüksek Kaldırım esnaf ve tüccarından bu çok namusluca verilmiş anlatımı alarak şimdiki kuledibi Belediye Hastanesi olan o zamanki İngiliz Deniz Hastanesine koştular .
Mehmet Kemal , ameliyat masası üzerinde hayal - meyal çalınan İngilizce şu sözlerle kendine geldi ;
“ Kurşun göbeğin bir karış altından girmiş , kuyruk sokumunun üzerinden çıkmış . Bağırsaklara değmeden geçtiğini sanıyorum .”
Bunu genç bir operatör , öbür meraklı İngiliz doktorlarına söylüyordu . Mehmet Kemal , buranın İngiliz askeri hastanesi olduğunu anlamıştı . Ancak henüz çok merak ettiği kimi nesneler vardı ki bunları öğrenmesi için zaman isterdi .
Tentürdiyotun keskin kokusu , iyice kendine gelmesine yardım etti .Sırtüstü yattığı masanın çepçevre ak hastane giynekleri giymiş sarışın , mavi gözlü meraklı hastane insanlarıyla çevrilmiş olduğunu gördü . Bu yüzlerde , nedense, düşmanlıktan çok merak okunuyordu . Hangi ulustan pek anlayamadığı iki hemşire uzun sargılarla belden aşağısını sıkıca sardılar . Sonra onu küçük bir odaya götürüp ak çarşafları iç açan bir yatağa yatırdılar .
Karnının aşağısından yükselen cehennem gibi gibi bir acı , Mehmet Kemal ‘i her dakika uyanık tutuyordu . Bu yara Merzifon dağlarında yediği kurşun yarasından daha can yakıcı geliyordu ona . Uyuyabilse bu korkunç acının şerrinden kurtulabilecekti . Nerede o kurtarıcı uyku ? O ,
Bu acılar içinde kıvranıp dururken kapıda dikilmiş süngülü nöbetçinin selam durduğunu gördü . Küçük koğuşa üç İngiliz subayı girdi . Mehmet Kemal’in gördüğüne göre üçünün de yüzü asıktı ve sağır bir perde bu yüzlerin arkasındaki düşmanlığı ve öfkeyi boşuna gizliyordu . Bunlardan biri İntelligence Service memuru , öbürü bir inzibat subayı , üçüncüsü de genç bir sorgu yargıcıydı . Bu ara , kapıda duran gözlüklü , büyük burunlu Ermeni tercümana el ederek içeri çağırdılar .
Bunlar Yüksek Kaldırım ‘da olayın geçtiği yerde inceleme yapıp zabıt tutan sorumlulardı . Sorgu yargıcının istediği bilgileri almak üzere Ermeni tercüman sormağa başladı :
“ Adın ne ? “
“ Mehmet ! “
Sorgu yargıcı :
“ Evet bunu kimlik kağıdından öğrenmiştik . Hazma oğlu Mehmet yazıyordu . Üzerinde bulduğumuz biricik belge buydu .”
Mehmet Kemal , bu sırada hepsini şaşırtacak biçimde bir iş yaptı : birdenbire İngilizce konuşmağa başladı . Amerikan şivesiyle olmakla beraber güzel bir İngilizceydi bu :
“ Söyleyin , tercüman bey boşuna yorulmasın , dedi . Ben Amasya ‘ lıyım . Amasya ‘nın bir köyünden . Babamın adı Hamza pehlivan . Anamınki Safiye . Merzifon Amerikan kolejini bitirdim . Daha pek yakında İstanbul ‘a geldim Tıbbiyeye girdim . Bu alanda başka soracağınız
bir şey var mı ? “
İntelligence service memuru şöyle bir soru sordu :
“ Siz bu Hıristiyan okulunda eğitim gördünüz . Bu sizi batı uygarlığına karşı bir sempati beslemeğe götüreceğine ona karşı düşmanlığa mı götürdü ? İngiliz askerlerini tavşan gibi avlamak için mi o kolejde yıllarca dirsek çürüttünüz . ? İki İngiliz Tommy ‘ sinin gerçek bedeli nedir
biliyor musunuz ? “
“ Ben kendimi korumak için ateş ettim . Biraz daha gecikseydim , gövdem kalbura dönecekti .”
“ Bıcak , tabanca taşımayı işgal kumandanlığının yasak ettiğini bilmiyor musun ? “
Bunu inzibat subayı sormuştu .
“ Ben silahı küçükten beri çok severim . Çok ta iyi kullanırım . Ancak bu yaşıma dek bu silahla canlı hiçbir şey
vurmuş değilim . Vurmak ta istemem .”
“ Ama bizim Tommy ‘ leri tavşan gibi avladın . Şimdiye dek hep cansızlara ateş ederek mi nişancılık öğrendin ? Doktor kalçanda kocaman bir kurşun yarası görmüş . Demek ki sen kolejin kapalı kaldığı zamanlarda cepheye de gittin .
Askerlik ya da yedek subaylık yaptın ? Buna ne dersin ? “
“ Kalçam bir av partisinde bir kaza kurşunuyla delindi . Ben , henüz askere gitmedim .”
“ Buna biraz güç inanılır .”
“ Ben henüz askerlik yapmadığım gibi hiçbir yabancı ulusa düşmanlık beslemeyi de henüz öğrenmedim . Ben , şiddetli bir karaktere de sahip değilim . İnsanların kardeş olmasını isteyenlerdenim . Canlı yaratıklara karşı
istemeyerek , elimde olmayarak ilk silahı bugün kullandım . Yine diyorum ki kendimi korumak için kullandım bu silahı.
Bu yüzden kendimi bir katilin karışık vicdan acılarıyla kemirilir duymuyorum . Kendi memleketimin kanunları , bu olaydan dolayı beni ancak beraat ettirebilirdi .
İki sarhoş asker , rastgele canlı erekler üzerinde atış eğitimi yapıyor . Kim bilir bu , kaçıncı olaydır . Bu kez de canlı erek olarak benimle karşılaşıyorlar . Talihsizliklerine yansınlar . Arslan gibi yakışıklı iki çocuğun ölümünü elbette zaman – zaman anıp üzüleceğim . En sonra romantik ruhlu bir gencim ben de , işgal kumandanlığının bunun için bana vereceği cezanın ağırlığını da biliyorum ; hiç korkum yok . İşgal kumandanlığı vereceği ölüm cezasıyla , o da ölünceye
Dek , ancak adalet duygularımın romantik güzelliğini de darmadağın edecektir . Ne yapalım . Bunun da pek öyle önemi yok .”
“ Demek ölümden korkmuyorsunuz ?”
“ Hayır , korkmuyorum .”
Bu sırada Mehmet Kemal , beyninin boşaldığı duydu ve kuş tüyü bir boşluğuna düşer gibi rahat bir baygınlık iklimine girdi. Subaylar , bu ağır yaralı hasta ile çekişmede çokça ileri gittiklerini anlayarak çekilip gittiler . Nöbetçi , odanın kapısını kapadı ve kapının önünde kısa aralıklarla gidip gelmeğe başladı .
İngiliz doktorları Mehmet Kemal ‘e çok insanca baktılar.
Yarası işlediğinden hastanede iki ay yattı . Sonra taburcu edildi ve bir inzibat subayı , iki ay yattı . Sonra , taburcu edildi ve bir inzibat subayı , iki silahlı deniz askeriyle hastaneden alınıp götürüldü . Tepebaşı ‘nda Kroker Otelinin merdivenlerini tırmanırken , serüveninin asıl bundan sonra başlayacağını anlıyordu . Kapısında “girilmez “ yazılı bir odanın kapısında durdular . Kapının sağında ve solunda iki İngiliz nöbetçisi bekliyordu . İnzibat subayı kapıyı açarak içeri girdi . Biraz sonra çıkarak Mehmet Kemal ‘i de önüne düşürdü . Odaya girdi .
Üzeri camlı geniş bir masanın çevresindeki maroken koltuklarda iki genç İngiliz subayı oturuyordu . Mehmet Kemal , içeri girince bunlardan uzun boylu , sert yüzlüsü , yüzbaşı Bennett , elindeki kamçıyla sarı çizmelerini döğerek ona baktı , Mehmet Kemal , İngiliz istihbarat servisinin bu korkunç kaplanının mavi ve yırtıcı bakışlarını , ruhunun ta derinliklerinde duydu .
Yüzbaşı Bannett , gözlerinin titretici bakışlarını andıran soğuk ve alaycı sesiyle :
“ Bana bak külhanbey , dedi , iki aydır seni bekliyordum . Bir türlü hastaneden çıkamadın , ama , bundan sonra elimdesin . İki İngiliz askerinin değeri üzerinde sana epeyce bilgi vermek zorundayım . “
Yüzbaşı , sözünü bitirince kamçısını daha hızlı olarak çizmesinde şaklattı ve inzibat subayına :
“ Onu benim odama indirsinler ! “
Diye buyurdu . Mehmet Kemal , iki dakika içinde sürüklenir gibi Kroker Otelinin bodrum katında bulunan sağır ve loş , beton duvarlı ve beton tabanlı bir odaya indirildi . İki iri yarı askerin ortasında dikilip duran Mehmet Kemal ‘in gözleri duvarlara ilişti : Karşı duvarda uçları duvara gömülmüş yan yana iki halka görünüyordu . Duvardaki raflarda türlü kelepçeler , kamçılar , hiç görmediği kimi aletler gördü .Pek korkunç bir yere düştüğünü anladı . Biraz sonra , merdivenlerden mahmuzlarını şakırdatarak birisinin indiği işitildi . Kapının önünde uzun boyu , geniş omuzları ve tiksinti , öfke , gurur dolu yüzüyle yüzbaşı Bennett göründü . Mehmet Kemal ‘e :
“ Geç , otur bakalım , şu demir sandalyeye külhani , dedi . Seninle biraz görüşelim . “
Mehmet Kemal , demir soğukluğunu kaba etelerinde duyarak sandalyeye çöktü Yüzbaşı , iki askere :
“ Açın şunun kelepçelerini ! “
Diye emrettikten sonra yine Mehmet Kemal ‘e döndü :
“ Paçavra Türk ! Diye gürledi , söyle , neden öldürdün o iki İngiliz askerini ? “
Mehmet Kemal ‘in morali sıfıra doğru hızla inmekteydi : Bu adamın burada işkence yaparak kendisini öldürebileceğini aklı kesmeğe başlamıştı . “ Ölmeden önce şu demir sandalyeyi kaldırıp onun başına vurabilir miyim ? diye düşündü . Göz ucuyla bakınca sandalyenin ayaklarının
Betona gömülü olduğunu gördü .
“ Evet buradan benim ancak ölüm çıkar . “ Diye düşüncesini